4 Nisan 2008 Cuma

Hiç Miraca Çıktınız mı?

Rastladıkça sorardı bir arkadaşım bana:

-Miraca çıktın mı?

Acaba çıkmış mıydım?

Yani bir namazda Mirac duygusu yaşamış mıydım? Koltuğumun altına alıp, Mahşer’de RABBİMin huzuruna güvenle taşıyacağım bir vakit namazım var mıydı?

Namaz kaygısı yüreğimi hoplatıyor.



ALLAH Rasulü - sallALLAH ü aleyhi ve sellem- o yüceliklere çıkmış, ve oradan Namazla dönmüş. Böylece Namaz ile Mirac arasında derin bir akrabalık doğmuş.

Sanki Namaz mü’minin Miracı olmuş.

İslam, insanın Rabbi ile yakınlığını bilinç - idrak haline getirmeyi öngörüyor. “Kulluk” bilincinin - idrakinin böyle olduğu takdirde diri yaşanacağını düşünüyor. “Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir.” Bu birlikteliği idrak, insanın İslam içindeki seyrü seferinin başarısına bağlı.

Tüm ibadetler bu seyrü seferin güne, haftaya, aya, yıla yayılan safhaları… Bu ibadetlerle, “Her an”da yaşanan “Huzur Hali”ne ulaşıyor insan: O’nun huzurundasın. O seni görüyor. O’nunla berabersin. Bunu idrak sende nasıl bir halet-i ruhiye oluşturursa onu kuşanmaya çalış.

Bu idrak durup dururken kazanılmıyor. Kalbe emek vermek gerekiyor; Kalb zikirle - ALLAH Teala ile beraberlik temrinleri- ile yoğruluyor. Namazlar, oruçlar, haclar, zekatlar kalbi yoğuran beraberlik temrinleri.

Namaza durdunuz:

Huzurda mısınız?

Abdestinizi abdest gibi aldınız mı, yani yüreğinizdeki manevi kirlerden arınma cehdi gösterdiniz mi, sonra maddi her türlü kirden arındınız mı, sonra Huzura çıkma vaktinin heyecanını yaşadınız mı, sonra yönler içinde savruluşlardan kurtulup, O’na yöneldiniz mi, ve sonra bütün bu hazırlık eylemlerini getirip, “İşte huzurdayım RABBİM” gibi bir kalbi yoğunlaşma, niyet duruluğu yaşadınız mı?

“ALLAH üekber!”

Tüm engelleri O’nun için aştınız ve geldiniz, yüreğinizden bir sada koptu, tüm yücelikler O’nun yüceliği yanında silinip gitti, bir iman, bir karar anıt gibi dikildi içinize:

“ALLAH üekber!”

Huzurdasınız. Hem var hem yoksunuz, O sizi kabul etti, böyle bir yüceliği tadıyorsunuz. kalbinizde tarif edilmez bir Kabe kavseyn heyecanı… meleklerin bile kanadı bu yüceye çıkmak için yetmemiş, onlar bile geride kalmış.

Böyle bir namazınız var mı?

Namazlarınızdan kaygı duyuyor musunuz?

Kendinizi “Veylün lil musallin” kapsamı içinde hissetme tedirginliğine düştüğünüz oluyor mu? Namazlarınızda sık sık “sehv” alemlerine savrulduğunuz için….

Okumaya başladınız. Yüreğinizde Fatihayı idrak çağlayanı oluştu. Alemlerin Rabbini tefekkür ettiniz, tüm övgüleri O’na tahsis ettiniz, O’nun Rahman ve Rahim ismi şeriflerine sığındınız, Din Gün’ünü hatırladınız, “El hükmü yevmeizin lillah” dediniz, o hüküm anında mutluluk yaşamayı düşlediniz, sonra döndünüz, ibadetlerinize baktınız, bir ikrar geçti içinizden “Ancak….Sana ibadet ederiz, ancak…. Sen’den yardım dileriz.” Yüreğinizin sarsılmalarına karşı bu ikrara sığındınız. Sonra dua kelimelerinden yardım dilediniz, “İhdina! Bize yol göster!” sırat-ı müstakim için, in’am edilen insanların yolu için, gazaba uğrayanların ve sapkınların olmayan yol için…”

Kıyamları, kıraatleri, rükuları, secdeleri nasıl yaşıyorsunuz?

Secdede bir Rabbani yakınlık hissediyor musunuz?

Namazdan çıkınca nasılsınız?

Namazdan çıkınca hayatınız nasıl?

Miraca tutkun - sevdalı bir namaz.

-Mirac’a çıktınız mı?

-Mirac iklimini yüreğinize taşıyan bir namaz kıldınız mı?

insanın böyle, hiç olmazsa bir vakit bir namazı olmalı. Onu koltuğunun altına alıp, Rabbinin huzuruna varabilmeli, “İşte RABBİM, diyebilmeli, çok namaz kıldım, ama işte bu namazım bütün yarasına beresine rağmen Senin huzuruna taşınabilecek bir güzellik taşıyor!”

26 Mart 2008 Çarşamba

Namaza Bırakmıyor

Caminin önünden geçerken ezanın okunduğunu duyan şoför, geriye dönüp patronundan izin ister:

- Beyefendi izin verseniz de ezan okunmuşken şuracıkta namazımı kılıversem de devam etsek? der.

Patron, pek de memnun olmazsa da izin verir. Şoför camiye girer, patron da arabanın içinde bekler. Ancak cemaat namazını kılıp çıktığı halde şoför çıkmayınca canı sıkılan patron, arabadan inip caminin avlusuna dalar, pencere camına abanarak ta içeriye bakar ki, şoför ellerini açmış duâya devam ediyor. Camı tıklatarak seslenir:

- Herkes çıktı sen ne duruyorsun, sen de çıksana!

Cevap ibretli:

- Bırakmıyor!

- Kim bırakmıyor?

- Seni içeriye bırakmayan!..

Bir düşüncedir alır patronu.

- Seni içeriye bırakmayan!..

Hemen orada abdestini alır camiye girer ve yanına vardığı şoföre seslenir:

- İşte, der beni de bıraktı içeriye!

Yaşlı gözlerle bakan şoför söylenir:

- Elbette bırakır, der. Deminden beri boşuna mı gözyaşlarıyla dua ediyorum sanıyorsun. Senin dışarıda kalmana gönlüm bir türlü razı olmadı, ellerimi açıp içeriye alınman için duâ ettim. Şükürler olsun ki, Rabbim (c.c) kabul etti duâmı da içeriye aldı, dışarıda bırakmadı.

- İşte burada birazcık duruyor ve diyorum ki:

- Şükürler olsun Rabbimize ki, bizleri de dışarıda bırakmamış içeriye kabul edilmişiz. Bunun farkına varmalı, bu nimetin şükrü edâ edilmeli, himmet ve hizmette asla ihmal ve gerileme olmamalıdır. Yoksa nimet şükür görmezse gider.

Bu defa da şükredenler alınır içeriye, etmeyenler kalır dışarı da.

23 Mart 2008 Pazar

Ezber Bozan Kızın Hikâyesi

Bir varmış, bir yokmuş. Zamanın bir çarşambasında bir kızcağız yaşarmış. Ailesi ahlaklı olsun diye –ahlak ne ise?- onu bir eğitim kurumuna göndermiş. Kızcağız eğitilecek, ahlaklı ve bilgili olacak, yetmezmiş gibi bir de hoca hanım olacakmış. Sonra ailesi gurur duyacakmış.

- Peki kızımız bunu ister miymiş?
- Ne fark edermiş?
- Nasıl olsa babası onun hakkında en doğru kararı verirmiş.

Kızımız eğitime başlamış. Ona orada boğazını zorlayarak farklı sesler çıkarmayı, az malzemeden çok yemek yapmayı, geleneksel önyargıları ezberlemeyi ve bir de sıkıntılara hiç ses etmemeyi öğretmişler. Kızımıza şerh yaptırmışlar atalarının kitaplarını. Kız "bildim" sanmış.

- Ama bilgi neymiş?
- Meğer Rab önce "oku" demiş.
- Okumak neymiş?
- Nereden bilecekmiş,
- Hem biz ne anlarız? Bu kutsal mushafa özgürce dokunmaya dahi hakkımız yok, anlamak ne haddimize?
- Saptırma konuyu.

Onbeşinde bir ev izniyle sosyal yaşama adapte olmuş hanım kızımız.

- Pek de hanımmış maaşallah.
- Tam oğlumuza göre, ağzı var dili yok.

Namahreme çıkmazmış, bir de kocasının sözünden dışarı…

- Aman ne de güzel örtünmüş.
- Çok da iyi yemek yaparmış. A, bu arada dikiş-nakış bile öğrenmiş.
- Tü tü tü… Nazar değmesin.

- Kızım benim şuramda yara çıkıyor, krem sürünce geçiyor ama yine çıkıyor. Bi okusan, geçer mi?

Okurmuş kızımız, her Ramazan'da mukabele okurmuş, her ölünün ardından okurmuş, her kandil gecesi, yeni ev mevlitlerinde, bebek okumalarında... Hanımları mestedermiş, öyle etkili sesi varmış ki; ağlarmış insanlar…

Kimse sormamış kızcağıza; "sen ne düşünürdün acaba?"
Hem o da düşünmeye ihtiyaç duymamış. Zaten hep birileri onun adına düşünüyormuş. Çocukken anne babası, biraz büyüyünce sadece babası, sonra ağabeyleri, akrabaları… Sonra hocaefendiler, kutsal ataların kitapları, gelenekler…
(- Uzatma… )

Her şeyi, her şeyi düşünmüş önceden birileri.

Ne kadar düşüncelilermiş…

- Kızı kim sevmiş?
- Bilemezmiş.

- Peki kim değer vermiş, önemsemiş?
(- O neydi?)

Kursu başarıyla bitirmiş ve diploması bile olmuş. Kızcağız artık bir "hoca" olmaya hak kazanmış. Artık özgürce taklit edebilirmiş kendi hocalarını ve özgürce tekrar edebilirmiş söylenenleri. Artık sohbet toplantılarına yeni bir ses katılıyormuş, aynı cümleleri tekrar edecek olsa da, yeni bir ses…

Başta heyecan verici olsa da, sonra alışmış. Anlamış gösterilen saygı ve hürmetin kendinden kaynaklanmadığını ve ötekiler gibi alelade bir "hocânım" olduğunu…

- Yeni bir şey söylemedin ki hem, ne bekliyordun?

Hayat sıkıcı. Hayat alelade. Hayat zor. Keşke paylaşabilseydi.

Birgün kısa sakallı ve biraz da yakışıklı bir genç adamdan haber almış. Görülmek istenmekteymiş. Heyecanlanmış kızcağız. İlk kez bir erkekle görüşecekmiş.

- Ne demeli, nasıl davranmalı?

- Acaba günah mı?

Evlilik niyetiyle konuşmak günah değilmiş.
Ama yine de dikkatli olmalı… Ya kalbinden kötülük geçerse?

Hem bu erkek diğerleri gibi değilmiş. Hocası herhangi birini tavsiye eder miymiş?

Büyük gün gelmiş. Eli ayağına dolaşmış. Aklı yüreğine. Çözememiş elini, ayağından ayıramamış. Gitmiş buluşma yerine ve yüzü kızarmış. Diyememiş içinden geçeni. Bakamamış bile yüzüne doğru düzgün.

Ama iyiymiş işte, hem daha ne olsunmuş.

Sonra adam aramış kızı ve onu sevdiğini söylemiş.

Seviyormuş…

Kızcağız mutlu olmuş.

Seviliyormuş işte!

- Peki sevgi neydi?
- Amaaaan bana ne!

Evlenmiş kızcağız birkaç görüşme sonunda biraz yakışıklı genç adamla. Ama adam sormamış ona hiç, hiçbir şeyi.

Genç adam yürümüş, kadın takip etmiş.
Adam konuşmuş, kadın susmuş.
Adam eğitmiş, kadın eğitilmiş.

Ve adam zalim, kadın mazlum.
(- Halbuki susmak da zulüm.)

Kadın itiraz etmiş bir gün, sevimsizce. Çirkef sözcükler bulaşmış dudaklarına.
Adam da oldukça çirkin olmuş. Ve ahlaksız.
Kirlenmiş evleri, kadın ağlamış.
Sadece süs olan zevcliği "döver de sever de" hengamesine kapılmış...
Kadına vurmuş adam.
Kadın sızlanmış. Düşmüş yere,
Düşmüş mırıldandığı ezbere...
Canı değil sadece yüreği acımış.

- Ama yüreği varmış!

- Böyle olmamalıydı

- Bir fikri de varmış!

İnşirah suresini yüzelli kere okursa geçermiş sıkıntısı, ezberlerinden hatrına düşmüş bu bilgi. Hemen uygulamaya koyulmuş, okumuş, okumuş… Bir, iki, üçüncü inşirah, (…) elli, ellibir, elliikinci inşirah, (…) doksan, doksanbir, doksanikinci inşirah, (…) yüzkırk, yüzkırkbir, yüzkırkikinci inşirah, yüzkırküç, yüzkırkdört, yüzkırkbeşinci inşirah, yüzkırkaltı, yüzkırkyedi, yüzkırksekiz. Fakat yüzkırkdokuzuncu okuyuşa geldiğinde duraksamış, devam edememiş, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamış.

(- Tüh ziyan oldu o kadar okuması, azıcık daha tutsaydı kendini sıkıntısı da geçecekti. )

Ağlamış yılların bastırılmışlığına. Ağlamış uzun uzun, hıçkıra hıçkıra…

Sarılmış kitaba.
Sıkıntısını geçirmeyen, kalbine şifa olmayan ama yıllarını verdiği bu Kitab'a sarılmış.

- Peki herkes yalan mı söyledi? Niye işe yaramıyor?
- Abdest alıp, örtünüp bir de kıbleye dönüp okudum üstelik!
- Ağlamamalı mıydım?
- Tabii ya, ne saygısızım ben!
- Ama tutamadım ki kendimi… insanım!

Ve yolculuk başlamış.

Sormuş kızcağız, sormuş böyle hep. Eşine, kendi aklına ve yüreğine, tüm samimiyetiyle sormuş;

- Hiç işe yaramayacak mıydı? Hani dünyada huzur ve saadetti Kur'an-ı Kerim okumak?

Bir gün biri ona okumanın ne olduğunu anlatmış. Hocaefendinin buyruklarıyla, geleneksel kabullerle şekillenmiş önyargılarla değil, sadece yaratan Rabbin adıyla okumak… Kızcağıza bunu anlatmış. Devam etmiş sarsarcasına heyûlayı; anla demiş kendini, kendini dinle... Kendini kendinden iyi bilen tek dostunu anla, dostunun sana mesajını anla...

Sarsılmış hanım kızımız; "bu niye hiç aklıma gelmedi?"

- Sormasaydım aklıma hiç gelmeyecekti.
- Peki niye böyle oldu?
- Niye Rabbimin mesajını okuyor olduğum halde yıllardır aramda kalın perdeler vardı?
- Niye?!!

Hayatının dönüm noktasıymış o an. İlk kez bir şeyi bilmiş. Anlamış. Bilerek okumuş sonra vahyi. Ve görmüş ki yüzelli kez olmasına gerek yokmuş, inşirah'ı ilk okuyuşuyla huzur kaplamış içini. Daha önce hiç hissetmediği bir doygunluğu tatmış yüreği. Sarılmış mushafa ve bu kez aralarında hiç perde yokmuş. Gülümsemiş sonra, çok mutlu olmuş. Artık elindeki bir yük, avuntu ve sıkıntı değil gerçek bir rehbermiş. Çekilmiş aradan tereddütle karışık anneler babalar abiler, ablalar, hocaefendiler, kara kaplı yüce ciltler... Ve orada, işte ona şahdamarından yakın dosttan bir mektup, bir sırdaş, bir gönüldaş, işte gerçek bir rehber!

Gözyaşlarıyla dokunmuş tekrar Kitaba. Nasıl olmuş da bu kadar yakınken, bu kadar uzak kalabilmiş? Anlayamamış. Bırakmış tüm bunalımları bir yana ve eşsiz bir sevinçle teslim olmuş vahye. Hafiflediğini fark etmiş. Din, sandığı gibi zorba bir yaşam değilmiş. Sade ve huzurlu yaşamakmış üstelik.

Kadın secde etmiş Rabbine, şükretmiş saatlerce.

Dua etmiş sonra;

- Herkes zincirleri kırsın, perdeleri yırtsın ve kavuşsun rehberine!..

Namaz

ADAM, bineceği otobüsün kalkmasına bir saatten fazla süre olduğu için, terminalin yarı aydınlık koridorlarını arşınlıyordu. Ellerini yıkamak üzere biraz ilerideki mescide yanaştığında, iş tulumları giymiş bir genç ona doğru gelerek:
— Herhalde namaz kılacaksınız, dedi. Abdest alma yerimiz de mevcuttur.

Adam, elindeki sigaranın külünü delikanlının ayakları dibine silkelerken:

— Sen herhalde görevlisin, diye diklendi. Ne iş yaparsın burda?

Delikanlı, köşedeki süpürgeye işaret ederek:

— Temizlikçiyim efendim, diye kekeledi. Lavabo ve tuvaleti temizliyorum.

Adam, onu alaycı gözlerle süzerken:

— Ben, namazı senin gibi çulsuzlara bıraktım, diye sırıttı. Bu iş size öyle yakışıyor ki…

Temizlikçi genç, adamın hakaretine aldırmayacak kadar olgundu. Fakat namaza karşı yapılan saygısızlık, canını çok sıkmıştı. Vereceği cevabı bir süre düşündükten sonra, susmayı tercih ederek işine döndü.

Adam, mağrur adımlarla oradan uzaklaşırken, başının döndüğünü hissetti. Sırtından çıkartarak koluna aldığı kaşe paltonun ağırlığını da ilk defa farkediyordu. Biraz önce yediği iki porsiyon kebap, herhalde tansiyonunu yükseltmiş ve kendisini hâlsiz bırakmıştı. Birkaç adım daha attığında âniden fenalaşarak dizleri üzerine çöktü. Allah’tan ki kolundaki palto ondan önce yere serilmiş ve yeni aldığı takım elbisenin kirlenmesini engellemişti. Adam, çömelmiş vaziyette olmasına rağmen fırıldak gibi dönen başını yere dayayarak bir müddet dinlendi ve tekrar doğrulduğunda, aynı rahatsızlığı duyarak hareketini tekrarladı. Fakat, başkaları tarafından görülmüş olmaktan endişe ediyordu. Bunun için başını yerden kaldırıp sağa sola bakındığında, terminalin çaycısı olduğu anlaşılan bir gençle burun buruna geldi. Delikanlı, adamı saygılı bir ifadeyle selâmlarken:

— Allah kabul etsin bey amca, dedi. Ama kıble biraz daha sağa doğruydu.


Cüneyd Suavi

21 Mart 2008 Cuma

Yeşil Elbise

Yolda karşılastığımızda ezan okunuyordu.

-"Gel seni camiye götureyim" dedim. "Bugün cuma biliyorsun."

-"Sende benim camiye gitmedigimi biliyorsun."dedi.

-"Biliyorum ama sebebini gerçekten merak ediyorum."

-"Ne bileyim,olmuyor işte. Hem pantolonumun ütüsü bozulup,dizleri cıkar diye endişe ediyorum."dedi.

Gayri ihtiyari gülmeye başladım.

-"Herhalde şaka yapıyorsun. Bunun icin cami terk edilir mi?

-"Ciddi söylüyorum. Giyimime ve özellikle yeşile düşkün olduğumu bilirsin."dedi.

Gerçekten de öyleydi. Giydiği birbirinden güzel elbiseleri; mutlaka yeşilin bir başka tonundan seçer ve her zaman ütülü tutardı.

-"Peki" dedim. "Hayatında hiç camiye gitmedin mi?"

-"Çocukken dedemle birkaç kere gitmiştim. Hem o yaşlarda dizlerimin aşınacak diye herhalde endişe etmiyordum. Fakat artık camiye gidebileceğimi zannetmiyorum."

Söyledikleri beni son derece şaşırtmış ve bu konuyu açtığıma pişman etmisti. Daha sonra tokalaşıp ayrıldık.

Onunla konuşmamızdan iki ay sonra; kendisinin camide olduğunu söylediler.Hemen gittim. Bahcedeki namaz saflarının en önünde duruyordu ve yine yeşiller vardı üzerinde .

Yavasca yanına yaklaştım ve Kısık bir sesle: "Hani camiye gelmiyecektin ?" dedim

Hiç sesini çıkartmadı. Çünkü musalla taşının üzerinde, yeşil örtülü bir tabut içinde yatıyordu...

20 Mart 2008 Perşembe

Yalnız Allah'a İbadet Etmek

Yalnız Allah'a İbadet Etmek

Seyyid KUTUB "Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu İsa'yı, ilah edindiler. Oysa onlarda ancak bir olan ilaha ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Ondan başka ibadete layık ilah yoktur. O, onların şirk koştukları şeylerden münezzehdir" (Tevbe Sûresi, 9/31)

Surenin bu bölümünün bir parçası olan bu ayet; müslümanların vicdanlarında beliren şu tür şüpheleri gidermeye çalışıyor: "Bu insanlar yani yahudiler ile hristiyanlar Kitap ehlidirler. Buna göre onlar Allah'ın dini üzerindeler." Ancak ayet, onların Allah'ın dini üzerinde bulunmadıklarına önce onların dini inanç sistemlerini (akidelerini), sonra da pratik hayatlarını şahit gösteriyor. Aslında kitab ehli sadece bir olan Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Fakat Allah'ı bırakıp (Allah'ın dışında) rahiplerini ve alimlerini rabler edindiler. Tıpkı Meryem oğlu İsa Mesih'i rab edindikleri gibi. Bu yaptıkları ise Allah'a ortak tutmaktır ve şirktir. Allah ise, onların şirk koşmalarından (ortak tutmalarından) elbette münezzehdir. Öyleyse onlar gerek inanç (akide) yönünden gerekse düşünce sistemi yönünden Allah'a iman eden mü'min kullar değildirler... Gerek pratik ve gerek ameli yönden Allah'ın hak dinini din edinen kullar olmadıkları gibi...

Ehli Kitabın alim ve rahiplerini nasıl rab ittihaz edindiklerine geçmeden önce Rasulullah (s.a.v)'in ayetin tefsirine ilişkin sahih rivayetleri aktarmayı uygun görüyoruz. Çünkü kesin çözüm onun sözlerindedir. Bu ayette geçen "Ahbar" terimi "Hebr" veya "Hıbr" sözcüğünün çoğuludur. Bu kelime Kitab ehlinin bilginleri -daha çok da yahudi bilginleri- olarak kullanılır. Yine bu ayette geçen "Ruhban" terimi ise, rahip kelimesinin çoğuludur. Bu terim ise hristiyanlarca kendini ibadete adamış dünyadan elini eteğini çekmiş kimse demektir. Bunlar normal olarak evlenmezler. İş tutup geçim derdine koşmazlar. Dürrül Mensur'da kaydedilen bir hadisi şerifte Tirmizi, İbn-i Münzir, İbn-i Ebi Hatem, Ebu Şeyh ve Beyhaki Adiyy bin Hatem'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Rasulullah Tevbe süresindeki -Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini ilah edindiler- ayetini okurken onun yanına geldim. Ayeti bitirince bana dönerek şöyle buyurdu. "Gerçekten onlar hahamlarına ve rahiplerine ibadet etmiyorlar. Fakat bu din adamları kendilerine birşeyi helal kılınca o şeyi helal sayıyorlar buna karşılık din adamları bir şeyi yasaklayınca onu haram sayıyorlar." İbn-i Kesir tefsirinde bu hadis şöyle zikredilmektedir. İman Ahmed Tirmizi ve ibn-i Cerir Adiyy bin Hatem'den rivayetle şöyle derler: Adiyy bin Hatem Rasulullah'ın daveti kendisine ulaşınca hemen Şam'a kaçmıştı. Çünkü o cahiliyye döneminde hristiyan olmuştu. Sonra kızkardeşi ile beraber kavminden bir grub müslümanların eline esir düşmüştü. Rasulullah İbn-i Ebi Hatem'in kızkardeşine iyilik ve ihsanda bulundu. Kızkardeşi daha sonra Şam'a dönünce kendisine yapılan muameleyi kardeşine anlattı. Ve onu islam'a davet etti. -Adiyy, Meşhur Hatem et Tai'nin oğlu idi. O cömertliği ile tanınırdı ve Tayy kabilesinin reisi idi.- Medine'ye geldiği günlerde bütün halk ondan bahsediyordu. Adiyy bin Hatem boynunda gümüş bir haç olduğu halde Rasulullah'ın huzuruna geldi. O sırada Rasulullah, "Onlar hahamlarını ve rahiblerini Allah'ı bırakıp Rabler edindiler" ayetini okuyordu. Adiyy, Rasulullah'a "Onlar hahamlara ve rahiplere ibadet etmiyorlar" der. Rasulullah şu cevabı verir: "Evet, fakat alim ve rahibler onlara helali haram, haramı da helal kıldılar. Ve o insanlarda bunlara tabii oldular. İşte onların alim ve rahiblerine ibadetin anlamı budur. " Süddi, tefsirinde bu ayetin açıklamasını yaparken şöyle demiştir: İnsanlar Allah'ın kitabını arkalarına atarak din adamlarından nasihat istediler. Ve din adamlarının koymuş oldukları hükümlere tabii oldular. Bu sebeble Allah Teala, ayetin devamında: "Oysa onlara sadece tek bir ilaha ibadet etmeleri emredilmişti" buyurmuştur. Yani o tek ilahın haram saydığı haram kabul edilecek yine o tek ilahın helal saydığı helal kabul edilecektir. Onun koyduğu yasalara uyulacak. Onun verdiği hüküm yürürlüğe konacaktır. Müfessir Alusi ise, bu ayet hakkında şunları demiştir; "Çoğu tefsir bilginine göre bu ayette geçen erbab (rablar) dan maksat; Kitap ehlinin din adamlarını evrenin yaratıcısı ve ilahı saydıkları ve böyle bir inanca sahip oldukları değildir. Burada rab kabul etmekten asıl maksat onların din adamlarının şahsi emir ve yasaklarına uymalarıdır"
Açık anlamı ile Kur'an'ın ayetleri, Rasulullah'ın bağlayıcı son söz niteliğindeki açıklaması ve eski yeni tefsir bilginlerinin anlayışları bize bu dinin inanç sistemine ilişkin son derece önemli gerçekleri öğretiyor. Bu gerçekleri son derece kısa hatları ile özetleyelim.

1 - İbadet, yasal hükümlerde Kur'an'ın ayetlerine ve Rasulullah'ın (s.a.v.) bu ayetlerle ilgili açıklamalarına uymak demektir. Ehli Kitap, hahamlarını ve rahiplerini, uluhiyetlerine inanmak ve dini görevlerini (ibadetlerini) onlara sunmak kapsamında rab kabul etmiş değillerdi. Bununla beraber Allahu Teala bu ayette onları müşrik olarak nitelendirmiş bir sonraki ayette ise kafir olarak nitelendirmiştir. Onların bu şekilde nitelendirilmelerinin tek sebebi din adamlarını yasa vazetme hususunda yetkili görmeleri / onların koymuş oldukları hüküm ve yasalara boyun eğmeleri ve onlara tabii olmalarındandır. İşte onlar hakkındaki ilahi hükmün tek sebebi budur. Kişinin bu şekilde vasıflandırılması için itikatta ve dini görevlerde Allah'tan başkasını ilah edinmesi şart değildir. Sırf yukarıda belirttiğimiz böyle bir davranış, sahibini Allah'a karşı müşrik konumuna düşürür. Sırf bu hareket sahibini mü'minlerin cemaatından, topluluğundan çıkarıp kafirlerin saflarına katmak için kâfidir.

2 - Allah Teala burada hahamlarına hüküm vazetme yetkisi tanıyan her türlü teşri hakkını alimlerine verip onlara itaat eden yahudiler ile İsa Mesih'in ilahlığına inanan ona ibadet amaçlı davranışlar sunan hristiyanları eşit bir şekilde müşrik sayıyor. Aralarında hiçbir fark görmüyor. Yani ibadet ve itaat meselesinde her iki durumda sahiplerini Allah'a ortak koşan müşrikler safına katması açısından eşit ağırlıklı suçlardır. Her iki sapıklıkta sahibinden mü'minlik vasfını alıp yine sahibine kafirlik vasfını vermesi için yeterlidir. Şüphesiz ki gerçek din Allah'ın tüm insanlar için seçtiği bunun dışındakini kabul etmediği "İslam" dinidir. İslam olabilmek başka bir deyimle müslümanlık için Allah'ın ortağı olmayan tek bir ilah olduğuna inandıkdan ve ibadet kasıtlı davranışları sadece ona sunduktan sonra yasa ve hükümlerde sırf ona ittiba etmek şartdır. Şayet insanlar Allah'ın kanunları dışında başka kanunlara ittiba ederlerse Ehli kitaba ait hükmün kapsamı içine girerler. Yani Allah'a inanmamış müşrikler olarak vasıflandırılırlar. İstedikleri kadar biz mü'miniz desinler. Bu onlar için faydasızdır. Çünkü Allah'ın dışında bir merciye yetki vermeleri ve onun yasalarına uymaları, onların müşriklik ve kafirlik ile nitelendirilmelerine yeterlidir. Böyle durumlarda insanların bu vasıflardan kurtulabilmeleri için beşer tarafından kendileri için konmuş kanun ve yasalara karşı çıktıklarını, Allah'a yönelik bu saygısızca hareketleri onaylamadıklarını, buna karşı fiili bir harekete güçleri yetmediği için sabretmekle yetindiklerini ortaya koymaları gerekmektedir. Bugün insanların kafasında din kavramının sınırları alabildiğine daralmıştır. Böylece din sadece vicdana hapsedilmiş bir inanç ve bazı ibadet amaçlı davranışlar olarak algılanmıştır. İşte bu ayette ehli kitabın kınanan davranışları da böyle idi. Onlar bu yanlış düşünceleri sebebiyle yukarıda verdiğimiz ayete ve bu ayete ilişkin Rasulullah'ın açıklama ve izahlarına göre, Allah'a iman etmemiş, ona şirk koşmuş sayılmışlardır. Yine onlar bu davranışları sebebi ile tek bir ilah'a kulluk etme emrine ters düşmüşler. Allah'ı bırakıp onun dışında varlıkları rab edinmekle suçlanmışlardır. Din, boyun eğmek, tam bir teslimiyet ve ittibadır. Bu ibadet etme, yasa ve kanunlarını kabul etme gibi her durum ve davranışta ön plana çıkar. Bu Allah'ın koymuş olduğu yasa ve hükümlerin dışındaki şeriatlere uyanların sergiledikleri ciddiyetsizlikle bağdaşmayacak kadar açık ve nettir. Bu tip kimselerin sırf Allah'ın ilahlığına inanmaları ve ibadet kasıtlı davranışlarını ona sunmaları, kendilerini Allah'a inanmış müslümanlar saymaları için kesinlikle yeterli bir şart değildir. Din böyle bir alçaklığa böyle bir kaypaklığa asla izin vermez. Yüce Allah'ın şeriatından kaynaklanmayan kanun ve yasaların egemen olduğu toplumlarda yaşayanların bu ortak suçun sorumluluğundan kurtulmaları için onların bu saygısızca tutum ve davranışlarını onaylamadıklarını açık ve net biçimde kanıtlayacak protesto nitelikli bir tavır ortaya koymaları gerekmektedir. Böyle toplumlarda Allah'dan başka mercilere yetki tanıyarak şirk koşmanın en açık örneğini gösteren, buna karşılık kendilerinin mü'min ve müslüman olduklarını iddia eden insanların sergiledikleri bu gayri ciddi hareket, yaşadığımız tarih döneminde dinin karşılaştığı en büyük tehlikedir. Din düşmanlarının bu dine yönelttikleri en öldürücü silah işte budur. Yüce Allah böyle insanları ve böyle rejimleri müşriklikle, gerçek dini din edinmemekle ve Allah'ı bırakıp başka ilahlar edinmekle suçlar... İslam düşmanları ise onlara İslam levhasını takmak için can atıp dururlar. Öyleyse bu dinin düşmanları böyle rejimlere ve şahıslara İslam levhasını takmak için canla başla mücadele ediyorlar, bu türlü yanıltıcı levhaları kaldırmak, bu tür maskeleri yere düşürmek arkalarında gizlenen kafirliği, müşrikliği ve Allah'ı bırakıp başka rabler edinme sapıklığını gözler önüne sermek de bu dinin yolcularının başlıca görevlerindendir. "Oysa onlara bir tek Allah'a ibadet etmekten başka birşey emredilmemişti"

7 Mart 2008 Cuma

Kalıbını Secdeye, Kalbini Kıbleye Bırak

Kıpırtısız bir boşluğa koyarsın alnını günde beş vakit. Secdenin alnını nereye değdirdiğinden habersizsin. Gösterişsiz bir yöne dönersin yüzünü; ışıktan yolları yoktur şehrin kıblesinin. Kıblenin yüreğini nereye götürdüğünü bilmiyorsun. Suskun bir duvarın dibinde oturur gibisin her tahiyyatta… Selâmının kimleri neşelendirdiğini tahmin edemiyorsun, aldığın selâmların sıcağını hissedemiyorsun. Adını bilmediğin bir deniz kıyısında yürür gibisin. Yüzünü görüyorsun sadece mavinin; derindeki incilerin pırıltısına dokunamıyorsun. Terazinin bu kefesindesin; varlığını inceltirken rükûlarda, karşı kefede neyi biriktirdiğini bilmiyorsun. Şimdilik hece hece tutunduğun duanın gölgesinin haber verdiği ışıktan nasibin pek az. Dudaklarını ıslatan abdest suyunun her bir damlasının dudaklarını hangi billur pınarlara değdirdiğini fark etmiyorsun. Hüznünün kuytularından taşırdığın fısıltılarını dök seccadene…

Aynalarda aradığın avuntuları sök bakışının perçemlerinden..

Bulduğunu yitir bir tekbirin yankısında…

De ki “ben buraya razı değilim!” Yitiğini bul elini elin üzerine koymana fırsat veren vuslatın arefesinde.. De ki “ben sonsuzluğa adayım!”

Varı yok et secdenin yüzünde; benliğini sıfırın altına çek, varlığını sonsuzluğun başına taşı.

Yoğu var et niyetin fısıltısında; ettiklerinin değil niye/t ettiklerinin seni kurtardığını anla..

Diriyi öldür rükûların darağacında; teninden geç, bedenini yık dağ gibi.. Ölüyü dirilt dualarının burcunda; çağır günahın peltesinde dilsiz ettiğin ruhunu..

Umutlarını namazların ipeğine tane tane dizdiğini bil de sevin dostum. Namazın uçuruma atılmış en güzel gülündür senin.

Namaz gülünün bin bahar olup içinde yankılandığını bil de sevin.

Bir namazı kaçırmış olmanın o hüznü yok mu? Hiç olmazsa onu al yedeğine? Sana müşfik bir vaize olsun…Pişmanlık değil midir bizi en çok büyüten? Yüzü yerde pişmanlıklarının kalbine attığı sızıları kaybetme lütfen.. Bu bize lazım.. Hep lazım.. İncelmiş duygularımızın izinde yürüyelim hep… İçimizdeki hüzün yol göstersin bize. Kırık kalbimiz, bükük boynumuz Rabbimizin rahmet dergâhına bitiştirsin secdemizi. Göz yaşlarımız rahmetin kucağına akıtsın yakarışlarımızı.

Çevreni temiz tut...

Çevreni temizle...

Namaza kalktığın zaman, yeryüzünün bütün gürültülerini sustur, işleri durdur, yollardan ayrıl, kenara çekil. Ruhunun yanına park et, kalbinin ahengsiz çırpınışlarına mola ver. Kapat kapıları; başkalarını alma içeri; dudaklarını kapat yalana, boş söze… Lüzumsuzlukları terk et, silkele üzerindeki şehrin görünmez tozlarını, cebinden boşalt sahte paraları, elini göğsüne sokup alıp verdiğin nefesi, kâinatın o en eşsiz, en görkemli ahengini farket.

Yüzünü fenaya çevirmekten, ümitsizliğin karanlıklarında tüketmekten, gözlerini harama bakmanın kirinden, dilini yalanı/yanlışı dillendirmekten, dudaklarını boş sözlerin tozundan yıka, temizle. Ellerini şerre alet olmaktan yıka. Başını şu fani dünyada Rabbinin aziz bir misafiri olma şerefiyle meshet. Topuklarla birlikte ayaklarını da dünyadan yıka; seni yükselteceğini sandığın şeyleri ayaklarının altından çek. Namazın eşiğinde doğrul yeniden. Orada En Sevgili’nin en çok sevdiği halde olduğunu hatırla. Orada En Sevgili’nin en çok sevildiği hale büründüğünü bil. Kâinatın sahibinden, kalbini kudret elinde evirip çeviren Rabbinin en sıcak, en taze aferinini alıyorsun şimdi. Duyuyor musun?

Bedenini pak eyle…

Bedenini, elbiseni, namaza durduğun yeri temizle. Güzel bir kokuyu koklar gibi bedeninden sıyrıl, teninden ruhuna taşın. Mevki ve makamını yansıtan her türlü elbiseyi çıkar üzerinden. Irkınla övünmeyi bırak, kavminden ayrıl, ülkeni terket, varsa, müdürlükten istifa et. Sadece seccadenin yöneldiği yere yönel; bulunduğun yerin ihtişamından sıyrıl. Sadece yüzünün döndüğü yerde ara itibarını, kalbini Kâbe’nin eteğine bırak. Kıbleyi bulduğunda, başka türlü endişelerden yüz çevir. Her yanını saran kaygıları, korkuları, hüzünleri, abdest suyunun alıp götürmesine izin ver. Dağılan gönlünü geri topla, uçurduğun huzuru geri çağır. Gamı sil göğsünden, dünyalıkları yıka elinden, benliğini düşür yakandan. Öylece temizlen….

Ayıplarını kapat..

Her mescide gelişinde “güzel elbiselerini giyerek gel” (el-A’râf, 7/31) Ne kadar örtünürsen örtün, kendini Rabbinden gizleyemezsin. O bilir içinin içindekini. O bilir niyetini. O bilir kendine sakladığını ve kendinden sakladığını. Başkalarına görünür olmak için kılma namazını. Başkalarının gözlerinden kaç. Başkalarının takdirinden uzaklaş. Niyetinin vadisine koy kalbini. Rabbe yöneldiğin köşe, kendini başkalarından gizlediğin yerdir. Rabbine yüzünü çevirdiğin seccade, kendi kendine kaldığın demdir.

Nedir avret, ne demek avret yerini örtmek? Göründüğün gibi olamadığın kadar ayıpların var, göründüğünden geri kalan her oluş avret yerindir senin. Şimdi herkesin takdirinden uzak, tüm vitrinlerin parıltısına küs, her türlü gösterinin uzağında, seccadenin kuytusunda iken, kendi kendine sarılmışken, elini elinin üstüne koyup kendini kuşatmışken, yüzünü fanilerden dönüp sonsuza çevirmişken, diz çöküp benliğini büyüklemekten vazgeçmişken, eğilip doğru olmaya azmetmişken, secdede varlığını sıfırlayıp kendini aşmışken, avret yerlerini ört; yani, kendine sakladığın, kendinden sakladığın eksiklerini, ayıplarını, kusurlarını, herkesten gizlediğin hallerini yok et, ört. Herkesin huzurunda hesap verecek, kimseden utanmayacak bir hâl elbisesine bürün.. İki yakanı bir araya getir; olduğun hali göründüğün hale yanaştır. Söküklerini dik sözlerinin, dilini kalbine yanaştır; dilinle söylediğini kalbinle de söyle. Dikiş tutmuyorsa şayet, söylenmeyi bırak, sus, kalbinden geçmeyeni diline değdirme…

Kalbini kıbleye bırak…

Kalbini çokluğun perçemlerinden kurtar… Seni dünyaya doğru çekiştiren cezbeleri düşür yakandan. Seni yokluğun kuyusuna çeken kaygılardan uzaklaş. Seni uzaklara savuran rüzgârları sustur. Ruhunu ayrılıkların uçurumuna sürükleyen hüzünleri sil. Dünün hüzünlerinden yüz çevir. Yarının korkularını unut. An’ın içinde var et kendini yeniden. Yüzünün her noktasına her an rahmetinin güneşini değdiren Yaradan, kutlu nazarında ağırlıyor seni. Tebessümlerinin en güzel en tatlı hediye olduğunu söyleyen En Sevgili, âşinası olduğun, sıcağını özlediğin yüzlere çeviriyor yüzünü. Her şeyin alçaldığı, her işin meyvesizleştiği, her yüzün kirlendiği bu çağda, kıble kalbinin adımlayacağı kırmızı halı gibi serildi önüne. Seni özel eyleyen, seni biricik bilen Rabbinin rızasına yönel. Şehrin telaşlarını, dünyanın çekip çekiştirmelerini, günübirlik sevdalarını kıblenin kırmızı halısına adım atar atmaz uzaklara at.

Kalıbını tuttuğun gibi, kalbini de tut kıblede. Her secdede Kâbe’ye değdir alnını. Yöneldiğinde, Kâbe’nin analık ettiği nurlu sütunun önünde ağırlanan aziz bir misafir bil kendini.

Senai Demirci